KİTAPLARIM

Yıllar boyunca okuduğum kitapların bir listesini tuttuğum ve kitapların konularına da yer verdiğim kütüphaneme hoşgeldiniz!

Fotoğrafım
Ad:
Konum: Istanbul, Türkiye
myspace layouts

myspace layouts

MySpace Layouts

MySpace Layouts

  • Antoloji
  • Yeni Sayfa
  • Timas Yayınları
  • Pazar, Ocak 29, 2006

    Kazaklar- TOLSTOY


    Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Tolstoy'un ilk önemli kitabı olan Kazaklar, bir tarih ve edebiyat sentezi biçimindedir. Kafkaslarda yazmaya başlayıp, ancak 1862'de bitirebildiği Kazaklar, Tolstoy'un asıl ününü sağlamıştır: Tolstoy, savaş ve barış, iyi ve kötü, eski ve yeni gibi karşıtlıklara yönetenlerle yönetilenler ikilisini eklerken, insanın doğal durumu ile toplum tarafından bozulmuşluğunu karşılaştırır.

    Büyük Rus yazarı Lev Tolstoy'un ilk yapıtı olan Kazaklar, iki karşıt dünyanın çarpıcı bir üslupla karşılaştırılmasıdır. Bu iki farklı dünyadan biri çeşitli kültürlerin etkisi altında yaşayan ve "kibarlar" tabakasını oluşturan aristokratların, diğeri ise, kendi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı ve başka bir kültürle karşılaşmamış olan halkın dünyasıdır. Tolstoy, dağlarda yaşayan Terek Kazaklarını anlatırken bu insanların ülkeden kopuşlarının nedenlerini, içinde bulundukları koşulların onları nasıl savaşçı kıldığını gerçekçi bir üslupla sergiler.
    Kazaklar: Kültürlerin çatışması.

    Yazar iki farklı dünyayı çarpıcı bir üslupla inceler. Dağlarda yaşayan Terek Kazakları’nı anlatırken, bu insanların ülkelerinden kopuş nedenlerini, içinde bulundukları koşulların onları nasıl savaşçı kıldığını sergiler bütün gerçekçiliğiyle. Doğayı ve doğa ile başbaşa yaşama özlemini saf bir aşık çerçevesinde anlatır. Sanat gücünü ve düşünce derinliğini en açık şekilde ortaya koyar... Arayış ve krizlerle dolu bir hayatın derin yansımaları, onu sıradan bir yaşamın içine çeker ve hayatın anlamını halkın yalın inancında bulur. Farklı iki dünya, çeşitli kültürlerin etkisinde yaşamını sürdüren aristokratlar ve kendi geleneklerine sıkıca bağlı, başka kültürlerle karşılaşmamış, yabanıl ve dövüşken kazakların dünyası... İnsanın doğal durumuyla toplum tarafından bozulmuşluğu arasındaki bu karşıtlıkta, sade insanların yaşantısında görür çıkış yolunu ve aşkın gerçek yüzünü keşfeder.

    Yaprak Dökümü- REŞAT NURİ GÜNTEKİN


    YAPRAK DÖKÜMÜ'nde Reşat Nuri Güntekin, bir memur ailesinin gelir darlığı ve ahlak düşkünlüğü içerisinde parçalanıp çöküşünü anlatıyor. Toplumsal yönü ağır basan bir roman. Eski görenek ve ahlak anlayışına bağlı kalan bir küçük bürokratın, değişen sosyo-ekonomik koşulların belirlediği yeni hayatını yadırgaması başarıyla sergileniyor.

    Cuma, Ocak 27, 2006

    Kleopatra- GERHARD KONZELMAN


    Kleopatra sakin ve kararlı bir tavırla ayağa kalktı... Derin düşüncelere dalmış olan Sezar, dairedeyalnız kalmıştı. Kraliçenin yürüdüğü koridor karanlıktı. Aşağı inen merdiven basamaklarının da neredeyse tümüyle karanlık olmasına rağmen, alt katın mermer duvarlarında meşaleler yanıyordu... Kraliçenin dimdik göğüsleri yarı karanlıkta ileri uzanıyordu. Mavi, kırmızı ve yeşil inci taneleriyle bezenmiş elbise göğüslerin üzerinde boyuna doğru kapanıyor; görüslerin arasındaki gümüş bir halka, elbisesinin alt ve üst kısmını birleştiriyordu... Kleopatra, meşalelerin titrek ışıkları tarafından aydınlatılan bir odaya girdi. Odanın ortasında kocaman, kara bir delik vardı. Meşalelerin ışıığı tarafından aydınlatılmadığı için, dibinde ne olduğu görünmüyordu. Kleopatra, bu gizemli deliğin kenarında durdu.. İnciden yapılma elbisesini topladı ve sol bacağını karanlığa doğru uzattı....
    Güneş Tanrısı Ra'nın kızı tekrar odanın taş zeminine çıktı ve tarih yazarı Philadelphos'a emretti:
    "Ensemdeki tokayı aç!"

    Martı Jonathan Livingstone- RİCHARD BACH


    Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı. Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber veriyordu. Binlerce martı, bir lokma yiyecek için mücadeleye girişmişti bile. İşte zor bir gün daha başlıyordu.

    Denizin Değiştirdiği- ERNEST HEMİNGWAY


    Ernest Hemingway (1899-1961) Amerikan edebiyatında 'Yitik Kuşak' diye anılan Birinci Dünya Savaşı sonrasının huzursuz kuşağındandır... Savaşların birbirini izlediği, değerleri sarsılmış bir dünyada, insanların yaşama yenik düşmeme savaşımlarını anlatırken, bütün olumsuz baskılara karşın umudunu yitirmeyen kişiler çizer. Çağdaş dünya edebiyatının özgün örnekleri olarak görülen kısa öykülerinde, son derece duyarlı ilişkileri, hiç duygusallığa düşmeyen bir anlatımla yansıtmıştır.

    İçimden Geldiği Gibi- İKBAL GÜRPINAR


    Nasılsınız bugün? Kokladınız mı bir çiçeği? Saksınızda hercaîmenekşe yoksa bile, küçük bir bebeği; salıncaktan düşen yaramaz bir oğlanı; beyaz saçları, kalın gözlükleriyle hayata sımsıkı sarılan bir nineyi kokladınız mı hiç? Dokundunuz mu, yardım ettiniz mi, "Merhaba!" dediniz mi? Aynaya bakıp kendinize gülümsediniz mi? En son ne zaman bir eli sıkı sıkı tuttunuz?Hatırlamıyorsanız, uzatın elinizi, bir yolculuğa çıkalım sizinle: İnişli çıkışlı, sevinçli, hüzünlü, heyecanlı, huzurlu... Belki hatırlarsınız, yağmurun altında yürümekten damlaların içinize işlediği o baharı... Belki sokağa atarsınız kendinizi, okuyunca bu satırları; selâm durursunuz gökyüzüne, uçan kuşlara, toza toprağa, yeni filizlenmiş yaprağa....Hazır mısınız?


    Gürpınar, Okurları Hep Birlikte Bir Yolculuğa Çıkmaya Davet Ediyor

    İkbal Gürpınar, “İçimden Geldiği Gibi” vasıtasıyla okurlarla kurduğu ilişkiyi hep birlikte çıkılmış bir yolculuğa benzetiyor ve kitabın ilk satırlarında okuyuculara şöyle sesleniyor:“Nasılsınız bugün? Kokladınız mı bir çiçeği? Saksınızda hercaîmenekşe yoksa bile, küçük bir bebeği; salıncaktan düşen yaramaz bir oğlanı; beyaz saçları, kalın gözlükleriyle hayata sımsıkı sarılan bir nineyi kokladınız mı hiç? Dokundunuz mu, yardım ettiniz mi, "Merhaba!" dediniz mi? Aynaya bakıp kendinize gülümsediniz mi? En son ne zaman bir eli sıkı sıkı tuttunuz? Hatırlamıyorsanız, uzatın elinizi, bir yolculuğa çıkalım sizinle: İnişli çıkışlı, sevinçli, hüzünlü, heyecanlı, huzurlu...Hazır mısınız?”Bu çağrıdaki samimiyeti kitabın son satırına kadar muhafaza eden İkbal Gürpınar, kendi yaşadıklarından hareketle daha mutlu bir hayata ulaşmak için yapmamız gerekenleri, hayata daima gülen gözlerle bakabilmenin püf notlarını, yaşanan her şeye rağmen ayakta durmanın yollarını okuyucularla içtenlikle paylaşıyor.

    Şizofren Aşka Mektup- CEZMİ ERSÖZ


    Bir şizofrendim artık... Yalanlar söylüyordum, hem sana hem de ona... Kendimi tanıyamaz olmuştum. Hangisi bendim? İçimdeki, o güzelliğiyle dünyayı elde etmeye kışkırtılmış, karanlık ve ilgi tutsağı kadın mıydım; yoksa uğruna hayatından vazgeçmeye hazır olduğu aşkına mahkum, ezilmiş, kapılarda bırakılmış, verdiği güven ve taşıdığı masumiyetle sana cazip gelmeyen o sevdalı kadın mı? İkisi de olmak istemiyordum. Ama ikisinden de vazgeçemiyordum. Sanki biri olmazsa diğeri yıkılacak gibiydi. Birbirinden nefret eden ve birbirinin varlığına tahammül edemeyen bu iki benlikle yalnız kaldğımda çıldıracak gibi oluyor, ağır ağır ruhumu öldürüyordum.

    Kitaptan Alıntılar:

    " Çünkü seni sevmek direnmekti sevgili...Güçsüz olanı acımasızca yok eden bu kentin hoyratlığına ve senin için, artık inanmaktan çoktan vazgeçtiğin, yaşadığın hayalkırıklıklarıyla çok uzun zamandır kaybettiğin o aşk duygusunun gerçekliğinin canlı ispatı olmaya direnmekti. Kalbine inançla aşk tohumları ekmekti seni sevmek. Sevmek, o yitirdiğin aşk şarkısı adına sana umut vermekti."

    Haydi Kıralım Hayallerimizi- HAŞMET BABAOĞLU


    Aşk sevdiğini beklemektir. Oradayken, yanı başındayken bile sevdiğinin "gelmesi"ni beklemektir. Aşk özlemektir. Hep bir aradayken bile garip biçimde özlem duygusunun sürmesidir.
    Aşk kaybederek kazanmaktır ve bu yönüyle eşsizdir. Aşk zirveye tırmandığın anda ölmek, en derine daldığın anda boğulmak, mutlu olduğun anda ebedi huzura veda etmektir...
    Aşk güvenliği tehdit eden ve fakat silahsız biricik cesarettir.
    Uymuyor tabii bunlar şu bildik hayatımızın düzenine... Çok şeye uymuyor.
    O yüzden de "aşık mısın?" diye soruldu mu insan ürküyor.
    O yüzden bir gece vakti insan kendi kendine "aşık mıyım?" diye sorduğunda, bu soruyu aklından nasıl kovacağını bilemiyor...
    İyi de, diyorum ya, ne oluyor bu şarkılara, şiirlere, filmlere?
    Ya sabah akşam aşktan söz eden şu cıvık "Biz evleniyoruz! kültürüne ne oluyor?
    Bir yanlışlık var bu işte.
    Korkakların barışını, tembellerin imanını, tuzu kuruların sevgisini kuşku süzgecinden geçirmenin zamanı gelmedi mi?



    Küçük Günahlar Sokağı- SULHİ DÖLEK


    Sokaklar... İyiliğin ve kötülüğün, insana bulanmış zamanı ve mekânı... Yaşamın ve ölümün bin bir maskeyle kol gezdiği sokaklar...

    Günahlar... İyiliği alt etmiş puslu ve soğuk bir yüzün çizgileri... Masum bir gülümsemenin gizlemeye yettiği en eski sır...

    Küçük Günahlar Sokağı, her birimizin, içinde kısa ya da uzunca bir süre yaşadığı, hatta yaşamakta olduğu bir sokağın sakinlerini anlatıyor. Bu küçük sokakta göreceğiniz insanlar, kendi sokağınızda her gün gördüğünüz aynı insanlar...

    Peki ya tutkular?.. Uğruna bir ömür harcanan "masum" tutkular... ve "küçük" günahlar... Zamanın tanık olduğu cüret karşısında donduğu bir mekân: Küçük Günahlar Sokağı...

    Sulhi Dölek'in yapıtı, kurgusu ve çarpıcı anlatımıyla güçlü bir edebi yapıt olmasının yanında, 50'li yılların Türkiyesinin siyasal ve sosyolojik yapısını ele almasıyla da ayrı bir zenginlik kazanıyor.

    Küçük Günahlar Sokağı, sizi "küçük günahlar sokağı"nın bir sakini, hatta bu sokakta yaşayan bir roman kahramanı olmaya davet ediyor...

    Perşembe, Ocak 26, 2006

    Beyaz Geceler- DOSTOYEVSKİ


    Beyaz Geceler' Petersburg'un dört beyaz gecesinde yaşanmış sade ve derin bir aşkın öyküsü. Sokakta tanışan hikayelerini paylaşan iki genç birbirlerini çok iyi anlarlar, çünkü farklı mekanlarda aynı duyarlılıkla benzer şeyler yaşamışlardır. İkisi de birbirlerinin hikayelerinin cazibesiyle sarsılırlar. Fakat ne yazık ki Nastenka'nın hayatına girmiş ve ruhunu kuşatmış bir aşk vardır. Öyle olduğu için gerçekte öyküsü olan ve öyküsüyle hayata galip gelen o olur. Muhatabı ise zaten bütün ömrünü yaşanmış o dört geceyle sınırlamaya razıdır...
    'Beyaz Geceler' Dostoyevski'nin zamanı, mekanı ve olay örgüsünü sınırlı tutularak kahramanların iç alemlerinde alabildiğine derinleştiği 'klasik' bir 'Dostoyevski romanı'.

    Dostoyevski'den, dört gecelik bir aşkın öyküsünü sunuyoruz: Beyaz Geceler, Yaz mevsiminin en uzun gecelerinde yaşanan bir aşktır bu. Güneşin, akşamın çok geç vakitlerinde battığı, sabahın çok erkeninde doğduğu uzun gecelerin bir aşkıdır. Belki iki aşk demek gerekir. Nasretka'ya aşık düşçü kahramanın aşkıyla, bir başka delikanlıya aşık olan Nastenka'nın aşkı. İşte bu aşkları, insan ruhlarının derinliklerine girmeyi başararak anlatıyor Dostoyevski. Edebiyatın ölümsüz teması aşk'ı bir de Dostoyevski'nin bu güzelim uzun öyküsünden okuyun.

    Ne uzun bir zaman dilimidir, yaşam süresince bir anlık mutluluk. Anlık mutluluklar değil mi hayatı boyunca zengin, bunca güzel, bunca yaşanılası kılan. Ayın başka türlü parladığı, aşkların ve terk edilmişliklerin başka türlü yaşandığı dçrt gecelik bir aşk hikayesiydi; ancak bir ömür boyunca o mutluluktan pay almayı ve o mutluluğu gizli bahçelerinde büyütmeyi bileceklerdi... O yıllarda Rus yazar ve aydınları meşgul eden romantik ve hayalperest kahramanların yalın aşk duygusunu, sevgiliye inebilme gücünü, bir sevgiliyle birlikte yeni bir dünya düşleyebilme zevkini, yazarın duyguların müziğini özgürce ve kendi üslubu ile çaldığı bir aşk hikayesi. Ancak genç ve bakir ruhlarda yaşayabilen saf ve ulaşılması zor aşkların unutulmaz örneklerinden biri: “Beyaz Geceler”...

    Yüzbaşının Kızı- PUŞKİN


    Yüzbaşının Kızı, konusu on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Rusya'yı tehdit eden Kazak ve köylü isyanları döneminde geçen tarihsel bir roman. Tarihsel roman "geleneğine" göre kısa sayılabilecek bu metin, edebiyat tarihçilerince gene de Tolstoy'un Savaş ve Barışı'nın öncüsü sayılmaktadır. Sadece ülkemizde değil, Rusya dışında da şiirleriyle bilinen ve Rus dilinin ve edebiyatının yepyeni bir aşamaya geçmesinde önayak olan Puşkin, isyancı Pugaçov ile soylu sınıf üyesi genç bir subayın kaderlerini bu tarihsel fonda birbirine düğümlerken, Rus edebiyatının en iyi tarihsel romanlarından birini dünya okuruna armağan etmiştir.

    Dünya klasiklerinin en çok okunan romanlarından biri de hiç kuşkusuz Puşkin'in Yüzbaşının Kızı adlı romanıdır. Gerçi Puşkin, aslında büyük bir ozandır. Ama onun düzyazıları da şiirleri kadar canlı ve tazedir. O yüzdendir ki, Puşkin'e Rus edebiyatı dilinin kurucusu gözüyle bakarlar. Ünlü Pugaveç isyanının tarihsel bir sahnesini anlatan bu romanda, aşk ve kahramanlık içiçe girer ve romantik edebiyatın en güzel örneklerinden birini meydana getirir.

    Rus şiirinin güneşi olarak nitelendirilen Puşkin, Rus tarihinin en ünlü şairi, yazarı, yeni Rus edebiyatının ve edebiyat dilinin kurucusudur. Rus edebiyatının temel eserlerinden biri olan Yüzbaşının Kızı, Puşkin'in şiir-roman türünde yazdığı başyapıtı Yevgeniy Onegin'den sonra gelen en önemli romanıdır. 18. yüzyıl Rusyası'nda geçen roman, rejimin çalkantılı ve belirsiz olduğu dönemde orduya katılan genç asilzade Pyotr Andreyiç Grinyov ile taşralı Marya İvanovna arasındaki aşkı konu alır. Ünlü isyancı Pugaçev'in önderliğinde gerçekleştirilen 1773 ayaklanması ve bu sırada yaşananlar da usta yazarın duru ve cesur anlatımıyla okura ulaştırılır. İhanet karşısında dürüstlüğün ve cesaretin zaferini anlatan roman, zamana karşı yenilmeden, çağımıza kadar kalıcılığını korumayı başarmıştır. Puşkin'in ebedi dili akılcı, analitik, yalınlaştırılmış, gereksiz süsten ve yapmacıklıktan arındırılmış; neredeyse bu basitliğiyle etkileyicilik kazanmıştır. Yüzbaşının Kızı, Puşkin'in kendinden sonra gelenler üzerinde güçlü bir etki bıraktığı en önemli eseridir. Aynen olması gerektiği gibi, Ortodoks bir tavırla kaleme alınmış bir öykü olmasına rağmen, Rus gerçekçiliğinin neye dönüşmesi gerektiğini de tüm çıplaklığıyla sergilemektedir.

    Meyyale- HIFZI TOPUZ


    Hıfzı Topuz'un, çeşitli belgelerden, sandıklarda saklanan aile mektuplarından ve Pertevniyal Valide Sultan'ın 1880'lerde dikte ederek yazdırdığı 'Sergüzeştname'sinden yola çıkarak kaleme aldığı bu tarihsel romanda, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü sırasında yaşanmış olan bazı olaylar anlatılıyor.

    Romanda, Ruslar'ın Kafkasya'ya saldırıları sırasında,40 günlük bebekken annesiyle birlikte İstanbul'a getirilen ve Saray'da Pertevniyal Valide Sultan'ın yanında büyüyen Ubıh kökenli Meyyale'nin, önce besteci Nevres Paşa, sonra da vezir Hasan Hilmi Paşa ile evlilikleri, Saray'da yaşanan gizli bir aşk serüveni, cariyelerin ve haremağalarının çileleri sergileniyor.

    Pertevniyal Valide Sultan'ın 117 yıl boyunca gizil kalan ve Hıfzı Topuz tarafından ortaya çıkarılan anıları, o dönemin siyasi entrikalarını, Abdülaziz'in devrilmesi ve intiharını, Abdülhamit dönemindeki günümüzü aratmayan yolsuzlukları, baskı ve işkenceleri, yargısız infazları, şeriatçıların devrimlere ve Batılı eğitime karşı direnişlerini aydınlatıyor.

    Parma Manastırı- STENDHAL


    Stendhal (Henri Beyle) 1799'da politeknik okuluna girmek üzere Paris'te sınava girdi ama kazanamadı. Bir hısımının yardımıyla orduya katıldı, Napoleon'un ikinci İtalya seferinde görev aldı. Orduyu çok sevdiği halde orduda da başarı gösteremedi, istemeyerek de olsa ordudan ayrılmak zorunda kaldı. Çok geçmeden gene subay olarak Rusya seferine katıldı.1814'ten 1821'e değin İtalya'da yaşadı. İtalyan yurtseverleriyle düşüp kalktığı için Avusturya polisi onu sınırdışı etti. Civita Vecchio'ya konsolos atandı. Mantık ve matematiği çok seviyordu. Ama neye el attıysa dikiş tutturamadı. Yalnız yazarlıkta olağanüstü başarılar gösterdi. Yapıtlarındaki mantık ve psikoloji çözümlemeleri dikkatleri üzerine çekti. Gene de yaygın okunan bir yazar olmasını ölümünden sonraki kuşakların yapıtlarına gösterdiği ilgidendir. Bu ilgi bütün dünya okurlarınca günümüze değin sürüp geldi. Romanlarında kendi yaşamında olduğu gibi hep toplumla tersleşen kişileri işlemiştir. 'Parma Manastırı' bu konunun başyapıtlarındandır.

    İnsana büyük bir neşe veren yapıtlar vardır. 'Parma Manastırı'nı okumak okura her şeyden önce, Stendhal'in yazma sevincine benzeyen bir okuma sevinci aşılar. İnsan yapıtın hemen hemen mucize diye adlandırılabilecek koşullarda yaratıldığını öğrenince, olağanüstü bir atılımın yaratılışa öncülük ettiğini kestirir. Hiçbir romanı yeniden okumak 'Parma Manastırı'nı yeniden okumak kadar güzel olamaz; hiçbir edebi yapıt edebiyatın paradoksu'nun üstesinden bundan daha iyi gelemez; bu roman sınırları belirli, kapalı, eksiksiz olan ve kendi kendine yeten bir romandır; apaçıktır, okuru zamanın ve kaderin ağırlığından kurtarır. Yazarın romanın başından sonuna kadar yalnızca anlatma zevkine kapıldığı sezilir, tıpkı peri masallarında ya da serüven romanlarında olduğu gibi.

    'Klasik' dediğimiz bir roman, okurlarına söyleyeceklerinin tümünü hiçbir zaman tüketmeyen romandır. Klasik, ilk okumada verdiği keşif duygusunu her okunuşunda yeniden uyandıran kitaptır. Stendhal'in romanları, Italo Calvino'nun bu klasik tanımına tam anlamıyla uygun düşen yapıtlardır. 19. yüzyılın önde gelen Fransız romancılarından Stendhal, Kızıl ile Kara'yla birlikte iki başyapıtından biri olan Parma Manastırı'nda, İtalya'da geçen bir tutku ve siyasal serüven öyküsü sunar okurlarına. Dünya edebiyatının bu iki başyapıtı, duygusal açıdan ailesinden, düşünsel açıdan da burjuvaziden koparak ülkeden ülkeye, otelden otele dolaşıp sürekli yeni takma adlarla yazan Stendhal'in ruhsal arayışının ürünleridir. Parma Manastırı, bir yanan karşı konulmaz tutkulara dönüşen karmaşık duygusal ilişkileri anlatırken, bir yandan 19. yüzyılın ilk yarısındaki İtalyan ve Fransız toplumlarını amansız bir eleştiri süzgecinden geçirir. Ama Stendhal'in tüm yapıtları gibi Parma Manastırı'nın da, yaşamın tadına varmanın yollarını arayan bir yazarın kaleminden çıktığını unutmamak gerekir.

    Ana- GORKİ


    Maksim Gorki’nin en önemli eseri olan ‘Ana’ romanında 1905 Çarlık Rusyası’nda başlayan sosyal uyanışın mücadelesi anlatılmaktadır. Eser, yeni doğmakta olan bir toplumun düşüncesini, görüş ve anlayışını yansıtır bizlere. Gorki’nin insanla sosyal şartlar arasındaki çelişkiyi ve anlaşmazlığı belirtmek için en çok başvurduğu yol, doğrudan doğruya olayların gerçekçi bir metodla hikayesidir; ‘Ana’ romanında da bunu göreceksiniz.

    Gorki romanın birinde şöyle der: ‘İnsanı, yeryüzünün en güzel surette yaratılmış ve hizmet edilmeeye layık bir yaratığı olarak görmeye alışmadıkça, hayatımızın sahteliğini, ikiyüzlülüğünü ve alçaklığını üstümüzden atamayacağız.’

    Ana, büyük romancı Gorki'nin ilk yayımlandığı günden beri milyonlarca basılan en önemli yapıtıdır. Gorki bu romanını kaleme alırken Soromovo Fabrikaları'nda meydana gelen olaylardan esinlenmiştir. Yazarın, bu olaylarda önde gelen işçi Zalomov (romanda Pavel) ve anasını tanımış olması; onların savunmalarına katkıda bulunması, olaydan sonra yazacağı Ana'nın gerçekçi bir temele oturmasını sağlamıştır.

    Maksim Gorki'yi dünya çapında tanıtan bu büyük yapıt, yayımlandığı 1906 yılından bu yana okurların başucu kitabı olmuştur.

    Ana Maksim Gorki'nin klasikler arasına girmiş en önemli eseri... kaosu gözler önüne sermesi değil, Çarlık ve Komünizm/Sosyalizm arasındaki ideolojik çizgide ulaştığı anlatım başarısı ve kullandığı dilin her dönemde çağdaş olmasından geliyor. Ana özelinde, Rus Çarlığı'nın ipini pazara çıkaran ve bu arada Komünizmi de ciddi bir edebi disiplin içinde sunan Gorki, sefalet ve görkemin atbaşı gittiği bir toplumda ortaya çıkan karmaşayı başarıyla yansıtıyor.

    Ülkeyi kurtarmak için yola çıkanların, içinde yaşadıkları toplumsal düzene karşı "gibi" durup, aslında bu sistemin başka bir versiyonu ...

    "Benim anladığım şu ki, yeryüzünün çocukları hareket halindeler. Tüm dünyadaki her yönden aynı hedefe doğru ilerliyorlar. En yüce gönüllüler, en namuslu kafalar, kararlı adımlarla kötü olan her şeyin üstüne yürüyorlar. Adalet için, insanların acılarını yenmek için yürüyorlar. Bayağılıkları, çirkinlikleri yenmek için savaşıyorlar. 'Yeni bir güneş yakacağız!' demişti bana onlardan biri, yakacaklar. 'Bütün kırık yürekleri bir yürek halinde birleştireceğiz' demişti.Başaracaklar!""Adalet ve akıl yolundan ilerleyen çocuklar her şeye sevgilerini katıyorlar, ruhlarından taşan söndürülmesi imkansız bir ateşle aydınlatıyorlar her şeyi. Çocuklarımızın tüm dünyaya karşı besledikleri yakıcı sevgi içinde yeni bir yaşam oluşuyor. Bu sevgiyi kim öldürecek? Onu yenecek üstün bir güç var mı? Bu sevgiyi yaratan yeryüzüdür ve tüm yaşam onun zaferini bekliyor."

    Tanrıların Öyküsü- DERMAN BAYLADI


    Mitoloji, ya da dilimizdeki anlamıyla 'efsane bilimi', ilkel insanın doğa olaylarını, dolayısıyla yaradılışını araştırmasının ve yorumlamasının ürünlerinden oluşmaktadır. 'Tanrıların Öyküsü' efsaneler konusunda ilk akla gelen Yunan mitolojisinden söz eder. Bu kitap kuru bilgiler vermek yerine, karanlık çağdaki insanın hayalinde yarattığı ölümsüzlerin doğuşlarını, evreni paylaşmalarını, aşklarını, kıskançlıklarını, kavgalarını, entrikalarını anlatır. Onlarla ilişkili ölümlülerin, perilerin, hayvanların, garip yaratıkların, kralların, sıradan insanların yaşamlarını ilgi çekici bir biçimde sunar.

    Batı sanat ve düşüncesinin her alanında, resimde, heykelde, müzikte, tiyatroda, operada, şiirde ve romanda etkili olan mitoloji, bir anlamda da ileri kültürün temeli olarak düşünüldüğünde, bu eser Yunan mitolojisini gereğince tanımak isteyenler için bir temel kaynak sayılmalıdır.

    KİTAPTAN ALINTILAR:

    "Dionysos'u bakıp büyüten Silenos bir gün şarabı fazla kaçırıp Phrygia çayırlarında kutu bir köşede sızıp kalmıştı. Tanrının en sevgili yaratığı idi Silenos. Koca burunlu,çıplak kafalı,şişman ama kısa boylu,keçi bacaklı,boynuzlu bir yaratıktı.Midas,onu bulup tanrıya getirmiş,karşılık olarak da Dionysos,krala onun isteği üzerine dokunduğu her şeyi altına çevirme yeteneği vermişti.Ama bu yetenek mutluluk getirmedi krala.Dokunduğu her şey, bu arada yiyeceği ve içeceği de altın oluyordu.Açlıktan ölecekti nerdeyse.Çok zengindi ama hiç bir işe yaramıyordu bu zenginlik.Sonunda kendisini eski hale getirmesi için Midas yalvardı tanrıya.Pişman olmuştu ve bir daha aç gözlülük etmeyecekti.Sahip olduğuyla yetinmeyi bilecekti. Dionysos, kralın gerekli dersi aldığını görerek yeterli buldu bu cezayı.Midas'a Paktolos (Sart) çayına girerek yıkanmasını söyledi.Tanrının dediğini yapan Midas eski haline döndü yeniden.O günden beri Sart çayında hep altın tozları olduğu söylenir."

    Cuma, Ocak 20, 2006

    On Bir Dakika- PAULO COELHO



    Paulo Coelho, dünyanın en eski mesleği üzerine kurulu bir aşk masalı olan son kitabı "On Bir Dakika"yı cesaretinin bir ifadesi olarak kaleme aldığını söylüyorSöz simyacısı Paulo Coelho, bir dergide yayınlanan yazısında "Kitaplar yalnızca bilgi edinmeye değil, yazarın bakış açısını ve deneyimlerini paylaşmaya da yarar. Seks insanın çelişkilerini yaşayabilme, kişiliğini ve teslim olma arzusunu gösterme cesaretidir" diyor. Yazının tamanını Portekizce aslından İlknur Yılmaz çevirdi. "Edebiyat doğdu doğalı, dünyada pek çok yazar seks üzerine yazdı. Mısır'dan Yunanistan'a, Japonya'ya dek her yerde, insanoğlunun kafasını en fazla meşgul eden konulardan biridir bu. Daha önce seks hakkında milyonlarca kitap yayınlanmış olmasına rağmen, hala ne olduğunu tam olarak anlayabilmiş değilim. On Bir Dakika'nın da ötekilerden daha iyi olacağına inanmıyorum, çünkü seksin özünde, hayal dünyamızı zenginleştiren bir yalan vardır. Hata yapmaya cesaretimiz olduğunda, ancak o zaman, hissettiklerimizi dürüstçe ortaya koyabiliriz. Biz erkekler, kadınlara şunu söyleyecek cesaretten yoksunuz: Bana bedenini öğret. Oysa kadın, zaman zaman dile getirir bunu: Beni öğren. Hayatımın akışı içinde, seksi farklı şekillerde yaşadım: Bir kadının, iyi sayılmak için her şeyden önce 'bakire' olmasının gerektiği, tutucu bir dönemde doğdum. Cinsel devrim adına, doğum kontrol haplarının ve gelecekte vazgeçilmez hale gelecek olan antibiyotiklerin yaygınlaştırılmasına yardım ettim. Bugün her konuda önümüzde bir örnek olduğuna ve bu örneği izlersek güvende olacağımıza inanıyoruz. Gerçekte, bir dizi yalanı birleştirerek, bir 'seks modeli' yarattık: Vajinal orgazm ve en önemlisi, erkeklik gücü var bunun içinde. Bu bakış açısı, sonuçta doğal olarak milyonlarca silik, mutsuz, suçluluk duygusuyla dolu, yorgun insan doğurdu.

    SEKSİ YAZMAK

    Kendi dünyasını yansıtmak, her yazarın doğasında vardır. Yazmayı en çok istediklerim arasında, seks üzerinde bir kitap da vardı. Başlangıçta, iki cins arasında, ideal bir ilişki düşünüyordum. İki kişinin arasında farklı çatışmalar yaratmayı denedim, ama bir türlü olmadı. Ne zaman ki, kitabın mihenk taşı olabilecek hayat kadınını tanıdım, o zaman öyküyü neden geliştiremediğimi anladım. İlahi seksten söz edebilmek için, hepimizi ürküten noktadan, hata yapma korkusundan yola çıkmak gerekiyor. On Bir Dakika cinsel hayatın gizemini, kadını ve erkeği anlatan bir elkitabı değildir. Yaşadığım hiçbir şeyi yargılamadan, kendi yolculuğumu analiz ediyorum bu romanda. İki bedenin tensel buluşmasının, uyarılara verilen basit bir yanıttan çok öte olduğunu öğrenmem uzun zaman aldı. Aslında seks, kendinde insanlığın bütün kültürel birikimini taşır.

    CİNSELLİK AŞKTIR

    Seks, yalanın doğal karşılandığı bir konu. Cinselliğin adına aşk dediğimiz, manevi bir enerjinin yansıması olduğunu kolayca unutabiliyoruz. O halde, at başı giden, iki uç noktayı uyumla bir araya getirmek zorundayız: Kasılma ve gevşeme. Bu iki zıtlığı nasıl birleştireceğiz? Hata yapmaktan korkmayarak. İki kişi karşılıklı olarak, samimiyetle zevki ararken, bedenin bir yay gibi gerildiğini hissederiz. Ama ruh, sonunda, fırlatılan bir ok gibi rahatlar. Beyin, kendini kalbe teslim ederek, olayı yönetmekten vazgeçer. Ve kalp de karşı tarafın dikkatini çekmek için bütün yeteneklerini kullanmaya başlar: Mırıldanma, koku alma, görme, işitme, zevk; ilahi bir kendinden geçiş. İşin ilginç tarafı, cinsel ilişki sırasında insanların çoğunun sadece 'konuşma' ve 'görme' duyularından yararlanmalarıdır. Eğer taraflardan biri kendini tamamen bırakırsa, ötekinin direnişini kırar. Çünkü bu teslimiyetin bir anlamı vardır: Sana güveniyorum. Bu sırada, gerçek cinsel enerjinin ortaya çıkışı, bir oyuna dönüşür. Yalnızca 'erotik bölgeler'e değil, bedenin tümüne, saç diplerine, cildin her hücresine yayılır. Artık öteki beden iyice tanınmış, onunla uyum sağlanmıştır ve tenin her zerresi farklı bir ışık yaymaktadır. Bu noktadan itibaren, atalarımızdan kalan, insana yeniden doğma fırsatını veren bir ritüel başlar. Bu ritüele katılmak için, kendinizi yepyeni, dünyevi bir hazza bırakmaya hazır olmalısınız, bunu arzulamalısınız. Kitaplar yalnızca bilgi edinmeye değil, yazarın bakış açısını ve deneyimlerini paylaşmaya da yarar. Seks her şeyden önce, insanın çelişkilerini yaşayabilme, kişiliğini ve teslim olma arzusunu gösterme cesaretidir. İşte On Bir Dakika'yı bunun için yazdım. Hayatın bana öğretmek istediklerinin ne kadarını almaya cesaretim olduğunu, kendi kendime gösterebilmek için.

    KİTAPTAN ALINTILAR:

    " O kafeye tesadüfen girmediğimi fark ettim; en önemli karşılaşmalar, bedenler daha birbirini görmeden ruhlar tarafından hazırlanır."

    " Boğmaya, unutmaya çalıştığımız duygulardan ne kadar uzaklaşırsak, onlar da gönlümüze o kadar yaklaşırlar."

    " Aşkı yaratan, ötekinin varlığından çok yokluğuydu."

    Perşembe, Ocak 19, 2006

    Nana- EMİLE ZOLA


    Emile Zola'nın Meyhane adlı yapıtının kahramanlarından çamışırcı Gervaise'in güzel kızı Nana'nın renkli dünyası ve görkemli yaşamı tüm insanlığın hikayesidir bir bakıma. Çürümekte olan bir toplumu çökerten gücün simgesi olan nana şehveti kalpsizliği ve acımasızlığıyla çevresindeki bütün şöhretleri ve zenginleri dize getirir, aşağılar.


    “Nana,
    - Canım, olacağı belliydi zaten! Onları ayaklarına getirdin!... Ne yapayım, dayanamıyorum. Zorla değil ya, dayanamıyorum, dedi ve onun özrünü anlıyormuş gibi ayağını uzattı. Bunuı üzerine uyumak istediği için son derece sinirlenmiş olan Fontan ona var kuvvetiyle bir tokat patlattı. Tokat o kadar kuvvetle indi ki Nana kendini ayakta buldu, sersemlemişti. Bir çoğununkini andıran derin bir inilti ile sadece,
    - Ah! Diyebildi.
    Fontan, kımıldayacak olursa bir ikinci tokat daha patlayacağını söyleyerek onu tehdit etti. Sonra mumu söndürdü, sırt üstü yattı ve derhal horlamaya başladı. Nana ise yüzünü yastıklara gömerek kesik hıçkırıklarla ağlıyordu. Kuvvetine güvenmek alçaklıktı. Fontan’ın korkutucu bir hal almış olan çehresi onu gerçekten kokutuyordu. Yediği tokat onu yatıştırmış gibi yavaş yavaş sakinleşiyordu. Şimdi Fontan’a saygı duyuyor. Ve yatakta ona geniş bir yer ayırmak için kendisi sokak tarafındaki duvara sokuluyordu. Yanağı ateş gibi yanarak, gözleri yaşla Dolu, dermansızlık içinde pasta ve çörek kırıntılarının kokusunu bile almadan uyumaya başladı.


    Sahnenin önünde iki genç duruyordu. Ayakta durup bakındılar. Daha yaşlı, ince kara bıyıklı, uzun boylu adam:
    -Sana demedim mi Hector? diye bağırdı. Çok erken geldik. Bıraksaydın da puromu bitirseydim. Yer gösterici bir kadın geçiyordu; senli - benli bir tavırla:
    -Bay Fauchery! dedi. Yarım saatten önce başlamaz oyun. Zayıf, uzun yüzü asılan Hector:
    -Öyleyse neden saat dokuzda başlayacağını duyuruyorlar? diye mırıldandı. Bu sabah, oyunda oynayan Clarisse, saat tam sekizde başlayacağına yemin etmişti...

    Romeo ve Juliet- WİLLİAM SHAKESPEARE


    Dört yüz yıldan bu yana, parlaklığından bir şey yitirmeden günümüze gelen Shakespeare'in romantik tragedyası, Romeo ve Juliet, aslında doğuda batıda, kuzeyde güneyde, birçok ülkenin halk öyküleri içinde yer alan, bilinen bir aşk temasını ele alır. Birbirine düşman iki ailenin gençlerinin birbirilerini sevmesi aslında çok işlenmiş bir temadır. Bu temanın ortaya çıkaracağı konu da nerede olursa olsun aşağı yukarı aynı olacaktır. Ancak bir yapıtın ölmezliği işin öyküsünde değil, o öykünün yazarı tarafından ele alınışında varolur.

    Aradan geçen asırlara rağmen parlaklığından birşey kaybetmeden günümüze kadar gelen Shakespeare’in bu romantik oyunu, iki düşman ailenin birbirini seven çocuklarının ölümle sonuçlanan mutsuz aşkları kurulmuştur. Romeo ve Juliet, büyük İngiliz oyun yazarı Shakespeare’in gençlik yıllarında, sanatının ilk döneminde (1594-1595) yazdığı eserlerden biridir. Eser aynı zamanda, bütün dünyada olduğu gibi bizim edebiyatımızda da bugüne kadar sıkça işlenen ve hiçbir zaman eskimeyen çeşitli sosyal farlılıklar sebebiyle sevgililerin birleşmemesi tem’asını işleyen eserlerin Batı edebiyatındaki en ünlü örneğidir.

    Ezilenler- DOSTOYEVSKİ


    "Gerçek sanat Dostoyevski'nin kırdığı küçük ikonları ayağa kaldırmaz, romanı toplumun ve duyguların dar çerçevesine kapatamaz, yazarın ışık tuttuğu ruhun geçici ve gizemli durumlarını karanlıkta bırakamaz." -Stefan Zweig

    On yıl süreyle Sibirya'da sürgünde kalan Dostoyevski'nin ilk büyük romanı Ezilenler, yazarın başkent Petersburg'a dönüşünden sonra kısa bir süre sonra, 1861 yılında yayımlandı. Ama eleştirmenlerde neredeyse hiç yankısı olmadı. Dostoyevski'nin dostları bile romanı beğenmediler. Yazar da elli kadar sayfasından kıvanç duyduğu bu romanı "yabanıl" bulurdu. Bu kitapta Dostoyevski, insana ve onun doğal iyiliğine inancını belirtir; kurtuluşumuzun kendi ellerimizde olduunu vurgular. İncil'deki ilkelere uyulması ve herkesin benzerlerini kendini sevdiği kadar sevmesi yeterlidir. Psikolojik çözümlemelerdeki güçlülük, sara krizlerinin anlatılışındaki büyük ustalık bu kitapta ilk kez ortaya çıkmakta ve geleceğin dev yazarını haber vermektedir.

    "Yanılgı sözkonusu değil, çağdaşlar içinde bir tek Shakespeare'in kıyaslanabileceği bir kral var karşımızda... Aiskhylos ve Shakespeare'den sonra, ruhların ve bedenlerin dipsiz derinliklerine inebilmiş tek insan odur belki de." -Leon Daudet

    Ezilenler, Dostoyevski'nin dünya çapında etki yapmış kitaplarından biridir. Dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Dostoyevski kitaplarında insan ruhunun derinliklerini ve toplumsal yaşamın karmaşık doğasını konu edinir. Toplum birey ilişkilerini nakış gibi işleyen yazar, unutulmaz eserler vermiştir. Felsefi örgüye sahip olan eserleri evrensel bir anlama sahiptir. Güncel yaşamın sorunları üzerine düşünürken bu evrensel eserlerden yararlanmak bir zorunluluktur.

    Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Fydor Dostoyevski Ezilenler'i sürgünden döndükten sonra St Petersburg'da yazmıştı. Romanın anlatıcısı gelecek vaat eden genç bir yazar olan İvan Petroviç'in edebi çıkışı, yazma yöntemleri ve toplumsal konumu Dostoyevski'nin kendi yaşamından alınmıştır. Kahraman, büyük bir ünden yoksulluğa düşer. Yazarın en güçlü eserlerinden sayılan Ezilenler, yoğun özyaşamöyküsel izler taşır. Ezilenler: Naif iyimserliğe reddiye.

    Salı, Ocak 17, 2006

    İçimizde Bir Yer- AHMET ALTAN



    Siz kendi duygularınızın kölesisiniz, herkes gibi.
    Ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz.
    Bir aşk, bir öfke, çıldırtıcı bir kıskançlık, dayanılmaz bir özlem bazen karanlıkların içinden çıkıp sizi esir alabilir.
    Bazen, bir başka insan için kendinizden vazgeçebilirsiniz.
    Bazen öfkeyle kamaşır içiniz.
    Kendi bilinmezliğinizle yaptığınız bu karmaşık dansta adımlarınızı ayarlamak için size yardım edecek olan edebiyattır.
    Size, sizi, hayatı, insanları, duyguları anlatan edebiyat.
    Ahmet Altan, bu kitabıyla hayatın ve insanın derinliklerindeki bütün duygu kıpırtılarını ışığa çıkartıyor.
    Okuyacağınız her satırda kendinize ya da bir tanıdığınıza ait bir duygunun izini, macerasını bulacaksınız.
    Bu kitabı okurken kendi hayatınızın hikayesini dinleyeceksiniz.

    KİTAPTAN ALINTILAR:

    "Zamanın yırtıldığı anlarda zaman daha çok hissediliyor."

    "Bizi kendimizden kaçıracak,özgürlüğe,bizsizliğe götürecek olan arabamıza koştuğumuz iki muhteşem ve güçlü at,unutuş ve hatırlayıştır."

    "Tanrı'nın öfkeli bir vaktinde yarattığı bir cinstik biz,yaptıklarımızın intikamını kendimizden kendimiz alıyorduk,rüyalarımızla,ani hatırlayışlarımızla,pişmanlıklarımızla kendimizi bıçaklıyor,yaralıyor,kanatıyorduk."

    "O gitmez dediğin kaç kişi gitti,asla kopamayacağını sandığın kaç kişiden koptun,hafızanda birer soluk hayalet şimdi onlar ve sen onların hafızasında soluk birer hayaletsin, gelecek, hayatından kimleri soluk hayaletlere çevirecek."

    "Sesimiz gibi sarılışımızda çok derinimizden geliyor ve taklit edemeyeceğimiz kadar bize ait."

    "Biz,içine doğduğu tabiatı değiştirmek isteyen tek canlıyız."

    "Özlemeyi hep iyi bildim,kavuşmakta ise acemiyim."

    Taif'te Ölüm- HIFZI TOPUZ


    Mithat Paşa, Batı'daki aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi ve özgürlük mücadelesinden etkilenmiş bir avuç aydınla birlikte, beş yüz yıllık bir imparatorluğun artık köhnemiş zihniyetini değiştirmeyi ve çağdaş bir yönetim anlayışı getirmeyi amaçlamaktadır.

    Sultan Abdülhamit, Meşrutiyeti ilan etme sözüyle tahta geçmiştir. Ama asıl niyeti başkadır. Giderek artan baskıcı bir yönetimle bütün ipleri eline almaya ve kendine karşı çıkan sesleri susturmaya kararlıdır.

    Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş arifesinde bu iki güç karşı karşıya gelecek ve Türk tarihinin en gerilimli mücadelesini yaşayacaklardır. '

    Taif'te Ölüm', çöken bir imparatorluğun çağdaşlaşma sancılarını son derece akıcı bir dille anlatırken, dönemin baş aktörlerinin bireysel trajedilerini de başarıyla gözler önüne seriyor.

    Romanı okurken, Mithat Paşa'nın siyasal-bireysel yaşamının, dostluklarının ve aşklarının yanı sıra, günümüzdeki demokrasi savaşının tarihimizdeki kökenlerine ve bugünün siyasal ayak oyunlarına taş çıkartan saray entrikalarına da tanık olacaksınız.

    Gülünün Solduğu Akşam- ERDAL ÖZ


    'Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil' ve daha niceleri. Mamak Askeri Cezaevinde bu çocukların çoğuyla konuşmuştum. Deniz'le anlaştığımız gibi, tuttuğum notlardan yola çıkarak bir roman yazacaktım. Sorduğum sorularla onları sürekli küçük ayrıntılara yöneltmeye çalışmıştım. Roman, bu ayrıntılardan doğup gelişecekti. Ne yazık ki iş yarım kaldı. Hele belgesel bir roman için elimdeki notların yetersizliğini görünce böyle bir çalışmaya girmekten vazgeçmek zorunda kaldım. Yıllar sonra, bir başka biçimlemeyle, sonunda oluşturabildim bu kitabı. 'Gülünün Solduğu Akşam', serüven dolu sürükleyici bir roman gibi de okunabilir. Ama acı ve hüzün yüklü bir kitap olduğu da bilinmelidir. Anı, belge, anlatı karışımı bu kitabı dilerseniz bir roman gibi okuyun; yeter ki sizde bırakacağı hüzün kalıcı olsun.

    -Erdal Öz-

    Pazartesi, Ocak 16, 2006

    Yüzüncü Ad- AMİN MAALOUF


    Doğu'daki son Cenevizlilerden, antika tüccarı Baldassare Emriaco, 1665 yılı sonlarında, soyunun yüzyıllardır yaşadığı Lübnan'dan yollara düşer. Ertesi yıl, İncil'e göre 'Canavar'ın Yılı'dır. Kimilerine göre düpedüz Mahşer: Kan, ateş, yıkım ve her şeyin sonu... Zamanın sonu!

    Dünyayı ve Baldassare'yi kurtarabilecek tek şeyse, Yüzüncü Ad'dır. Kimselerin görmediği bir yazma kitap ve bu kitapta açınlandığı söylenen bir ad: Allah'ın, Kuran'da anılan doksan dokuz adının, sıradan ölümlülere bildirilmemiş olan yüzüncüsü... Tanrı'nın gizli ve yüce adı...

    Yüzüncü Ad'ın peşinden önce İstanbul'a uğrar Baldassare'nin yolu; oradan İzmir'e, Sakız'a, Cenova'ya, Amsterdam'a, sonra da Londra'ya. Konya'da vebanın kıyımına, İzmir'de Sabetay Sevi'nin şaşırtıcı başkaldırısına, İngiltere'de büyük Londra yangınına tanık olur.

    Korku, şaşkınlık, düşkırıklığı, umut ve aldanma, menzil taşlarıdır bu uzun yolun. Bir de en beklenmedik anda yolcunun karşısına dikiliveren aşk. Sevincin, mutluluğun tek kaynağı aşk!..

    Da Vinci Şifresi- DAN BROWN



    Harvard Üniversitesi Simge-Bilim Profesörü Robert Langdon, Paris'te iş gezisindeyken, gece yarısı, Louvre'un yaşlı müdürünün ölü bulunduğu haberini alır. Langdon ve yetenekli Fransız kriptoloji uzmanı Sophie Neveu, cesedin etrafındaki izleri takip ederek bu garip esrar perdesini araladıkça, ipuçlarının onları Da Vinci'nin tablosuna götürdüğünü keşfederler. Büyük usta bu sırrı herkesin görebileceği bir yere, ünlü eseri Mona Lisa tablosunun içine gizlemiştir.

    Langdon bu garip bağlantıyı açığa çıkarınca tehlike artar. Cinayete kurban giden müze müdürü de, Sir Isaac Newton, Botticelli, Victor Hugo, Da Vinci ve aralarında diğer ünlülerin de bulunduğu gizli bir kuruluş olan Sion Manastırı Derneği'nin bir üyesidir.

    Langdon, aydınlatmaya çalıştıkları bu tehlikeli sırrın yüz yıllardır tarihin derinliklerinde gizlendiğinden şüphelenir. Böylece Paris ve Londra sokaklarında amansız bir kovalamaca başlar. Langdon ve Neveu, kendilerini, atacakları her adımı önceden bilen esrarengiz olduğu kadar da çok zeki olan bir adamla karşı karşıya bulurlar. Eğer bu karmaşık bilmeceyi çözemezlerse Priory'nin büyük yankılar uyandıracak bu çok eski gerçeği ebediyen kaybolacaktır. Da Vinci Şifresi...



    "Dan Brown, ülkedeki birkaç usta yazardan biri. Da Vinci Şifresi üstün bir zeka tarafından kurgulanmış harika bir gerilim romanı." - Nelson DeMille-

    "Entrika ve tehlikenin iç içe geçtiği okuduğum en iyi gerilim romanı. Kelime oyunları, gizemler ve bulmacalarla örülmüş akıllara durgunluk veren bir öykü." - Clive Cussler-

    "Dan Brown'ı yeni keşfettim. Da Vinci Şifresi düşündürücü olduğu kadar aynı zamanda büyüleyici. Tarih meraklılarına, komplo çılgınlarına, bulmaca meraklılarına ve gerilim öyküsü severlerinin bir solukta okuyacakları olağanüstü bir roman. Ben bu kitaba bayıldım!" - Harlan Coben-

    "Böylesine bir gerilim romanı yazılabileceğini hayal dahi etmezdim. Ama size bir şey söyleyeyim mi? Bu kitabı elimden bırakamadım. Da Vinci Şifresi'nde Dan Brown büyüleyici ayrıntılarla zenginleştirdiği inanılmaz bir dünya kurmuş. Okumaya doyamadım. Bay Brown size hayranım." - Robert Crais-

    Aşkın Ömrü Üç Yıldır- FREDERİC BEİGBEDER


    Sivrisineklerin ömrü bir gündür, güllerinki üç gün. Kedilerin ömrü on üç yıldır, aşkınki üç. Böyle işte. İlk yıl tutku, sonra bir yıl şefkat ve nihayet bir yıl can sıkıntısı.

    İlk yıl "Beni terk edersen kendimi ÖLDÜRÜRÜM" denir.
    İkinci yıl "Beni terk edersen acı çekerim, ama kendimi toparlarım" denir.
    Üçüncü yıl, "Beni terk edersen şampanya patlatacağım" denir.

    Sizi aşkın hayat boyu sürdüğüne inandırırlar, oysa aşk kimyasal olarak üçüncü yılın sonunda yok olur.

    İlk yıl eşyalar satın alınır.
    İkinci yıl eşyaların yerleri değiştirilir.
    Üçüncü yıl eşyalar paylaşılır.

    Hakikat, aşkın mis kokuları arasında başlayıp bok kokuları içinde bitmesidir.

    "Frederic Beigbeder'nin yeni romanı, insanda aç karnına içilen sert bir içki etkisi bırakıyor. Light dünyaya dair hard şeyler söylüyor; hem de erkekler-ve-kadınlar-o-çok-yakın-ve-çok-farklı-varlıklar türünden klişelerde midenizi kaldırmadan." - Elle-

    "Frederic Beigbeder sinizm, egoizm ve acımasızlığı iyice bir karıştırıp Bermuda Şeytan Üçgeni kadar tehlikeli bir aşk üçgeni kokteyli hazırlamış." - Le Nouvel Observatuer-

    "Göründüğünden çok daha eğlenceli ve derin bir kitap. Frederic Beigbeder aşkın peşinden koşan boşanmış bir genç adamın yitik hayallerini anlatıyor." - Le Figaro Magazine-

    Kiraze- SOLMAZ KAMURAN


    "Kiraze", 1492 yılında İspanya'dan kovulan binlerce Seferad yahudisi'nin çileli yaşam mücadelesinden yüzyıllık bir kesit sunuyor. Bu insanların kimi Hollanda'ya, kimi Kuzey Afrika'ya, kimi de II. Beyazid'in daveti üzerine Osmanlı toprakalrına ulaşabilmenin peşindeydiler. Çoğu, daha yola çıkmadan Engizisyon'un acımasız elleriyle ya da yollarda sefalet içinde yok olup gitti. Esther Kira da, ağır zulümlerden geçip İstanbul'a varabilmiş bir Sefarad Yahudisi'nin kızıydı. Kısa zamanda hırsı, zekası ve cazibesiyle, Osmanlı sarayını derinden etkileyen Yahudiler'in en önünde yer almayı başardı. Önce Hürrem Sultan'ın yakın ilgisini kazandı, daha sonra Safiye Sultan'ın akıl hocası, sırdaşı oldu. İktidar, zenginlik ve gücün ne anlama geldiğini biliyordu çünkü. Ama 88 yaşındayken patlayan bir sipahi isyani her şeyin sonu oldu. Bu roman, Sefarad Yahudileri'nin yaşadıklarına ışık tutarken, o dönemde Osmanlı ve Avrupa saraylarının dinsel, siyasal ve toplumsal hayatı nasıl etkileyip kontrol ettiğini sergiliyor ve okuru derinden sarsan, muhteşem bir resim çiziyor. Neler yok ki bu resimde: Sultanların ve kralların gerçek yüzleri... Batı-Doğu, Müslüman-Hıristiyan çekişmeleri, ölümcül entrikalar... İsyanlar, ayaklanmalar, yangınlar ve 1509 büyük İstanbul depremi... Lalalar, cariyeler, odaklılar... Aşk, seks, ensest... ve yönetilenlerin tüyler ürperten kaderleri... "Kiraze", bu konuda bir Türk yazarın kaleminden çıkmış ilk roman...

    Cumartesi, Ocak 14, 2006

    Therese Raquin- EMİLE ZOLA


    Zola’nın en tanınmış romanı değildir “Therese Raquin”, ama bir cinayet çevresinde insan psikolojisini derinlemesine işleyişi, zengin mekan tasvirleri ve orta sınıfın sürüp giden hayat karşısındaki mutsuzluğunu konu edişiyle, belki de yazarın tarzını yansıtan en iyi örneklerden biridir.

    Hikaye basittir aslında. Kendisine duygusal ve cinsel anlamda heyecan vermeyen halasının oğlu Camille ile evlidir Therese. Bir gün Camille, uzaktan akrabaları Laurent’le karşılaşır ve onu eve davet eder. Parasız bir ressam olan Laurent, kısa bir süre içerisinde Therese’yi baştan çıkartır. Laurent bütünüyle kişisel çıkarlarını düşünerek atılmıştır ilişkiye. Ancak uzun zaman boyunca duyguları bastırılan Therese, kendisini dizginleyemez. Sonuçta, aşıklar daha rahat birlikte olmak düşüncesiyle Camille’i ortadan kaldırmaya karar verirler ve gezintiye çıktıkları bir gün sandaldan suya atarak boğulmasına neden olurlar(Natüralizmin Amerikan Edebiyatı’ndaki temsilcisi Theodore Dreiser, yıllar sonra “Bir Amerikan Trajedisi” romanında bu kez iki kadın bir erkek arasında benzer bir kurguyu tekrarlamış ve cinayet yine bir gölde kayık üzerinde işlenmiştir).

    Romanın cinayetten sonraki bölümü Dostoyevski’nin “Suç ve Cezası” tarzında bir iç muhasebe serüvenidir. Camille ortadan kalkmış, ama mutluluk yakalanamamıştır, yatakta ortalarındadır sanki öldürülen eş! Laurent, tıpkı Lady Macbeth’in kocasının kanını ellerinde hissedişi gibi, öldürdüğü Camille’in dişlerinin etinde bıraktığı acıyı taşır hikaye boyunca. Camille’in annesi de bu ölüm üzerine felç geçirir. İki aşık, yaşlı kadının suçlayıcı bakışları altında eski tutkulu ilişkilerinden çok uzak, suçluluk hezeyanları ile yaşarken giderek birbirlerinden nefret eder bir hale gelirler. Tek kurtuluşları ölümdür artık...

    Therese Raquin’de Zola’nın eleştirisi çok yönlüdür. Küçük tüccar düşüncesinin hayatı çekilmez kılmasını ve aile kurumunun bir iş akdine dönüşmesini sergilerken, evli kadının tensel arzularla atıldığı maceraya da arka çıkmaz. Dahası, bu tür bir aşkın getirdiği yıkımı işlerken katı bir ahlakçı tutum içerisindedir. Ancak Zola’nın aşka susamış kadına verdiği ceza, o dönemin sevilen klişelerine; popüler türlerdeki tutkulu aşklara yüklenen abartılı duygulara yönelik bir eleştiri olarak da düşünülmelidir.

    Mekan, eşya ve insan ilişkileriRoman uzun bir mekan tasviri ile başlar; “Rıhtım tarafından gelince Guenegaud sokağının nihayetinde Mazarine’den Seine sokağına giden koridorumsu, dar ve karanlık Pont-Neuf geçidi görülür. Bu geçit otuz adım uzunluğunda, ancak iki adım genişliğindedir. Rengi sararmış, yerinden oynamış, mütemadiyen fena bir rutubet sızdıran eski Malta taşları ile kaplıdır. Üstünü örten üç köşe kesilmiş camekan kirden kapkara bir haldedir”. Roman boyunca bu tarz anlatımlara sıklıkla yer verir yazar. Çünkü olayların geçtiği coğrafi, toplumsal, tarihsel ya da psikolojik yer anlamında mekan, Zola’nın ve doğalcı yazarın yapıtlarında, kişilerden ya da olaylardan daha önemlidir; Doğalcılığa göre kişiliği belirleyen asıl etken, toplumsal ve biyolojik koşullardır. Karakter ve olay, bunların edilgen bir sonucudur.
    Edebiyatta Natüralizmi tarif ederken, Zola, “sanatın bilimsel olduğuna, kişisel olmadığına inanıyorum... Ne sevgi, ne nefret, ne acıma, ne de öfke istiyorum” demişti. Romanlarında belki sevgi ve acıma yoktur, ama eşyaya olan tutkuları, küçük hesaplarla sürdürdükleri hayatları ve donup kalmışlıkları ile onun bütün bir burjuva toplumuna karşı duyduğu öfke ve nefret hemen hissedilir. Therese Raquin’in bütün zamanını geçirdiği tuhafiyeci dükkanını; “bir tarafta birkaç çamaşır: tanesi iki üç franklık fitilli türlerden boneler, müslimden kolluklar, yakalıklar, trikolar, kadın erkek çorapları, pantolon askıları. Bütün bu sararmış, bumburuşuk eşya tel çengellere acınacak bir biçimde asılıdır” biçiminde tasvir ettikten sonra, kahramanına “bu kuytu dükkana beni diri diri gömdüler” çığlığını attırır Zola. Therese’in böyle bir maceraya neden atıldığını ise şöyle anlatır; “İnanmazsın, beni ne kadar fenalaştırdılar... Beni riyakar, yalancı yaptılar. Kendi bayağı mülayimlikleri içinde beni boğdular; anlayamıyorum, nasıl oluyor da damarlarımda hala kan dolaşıyor... Gözlerimi kapadım, onlar gibi donuk ve ahmak bir çehre takındım, onların ölü hayatlarını sürdüm. Sen beni gördüğün zaman hayvan gibiydim değil mi? Ağır duruyordum, ezilmiş ve aptallaşmıştım.”

    Emile Zola romanları yaşadığı çağın egemen ideolojisine, ahlakına ve toplumsal hayatına karşı radikal bir saldırıdır; sistemin vaaz ettiğinin tersine, ne ordunun şerefi, ne ruhban sınıfın dindarlığı, ne ailenin kutsallığı, ne köylülerin çalışkanlığı ne de imparatorluğun haşmeti vardır ona göre. Bu anlamda Natüralizme yöneltilen “gerçekleri olduğu gibi yansıtmanın yetersizliği” meselesini konu seçimi ile aşar Zola. Ama bütün kızgınlığına rağmen edebiyatı bir propaganda aracına indirgememiş, özellikle anlatım zenginliği içerisinde çözmüştür “bağlanma” sorununu.

    A. Ömer Türkeş

    Diriliş- TOLSTOY


    Diriliş', Tolstoy'un senelerden beri bir çok dilde defalarca basılan, milyonlarca insan tarafından okunan, onun adını ölümsüzleştiren en büyük eserlerinden biridir. 'Diriliş' bir vicdan azabının hikayesidir. Genç ve yakışıklı bir asilzade olan Nehludov, güzel hizmetçi kızı Maslova'nın karşısında ihtirasının emrini dinlemiş, vicdanın sesini duymamıştı. Yıllar sonra hayat onları yine karşılaştırınca Nehludov'un acı hakikati görmesiyle birlikte vicdanı uyanır. Manevi ölümden sonra dirilir, yeniden hayata kavuşur.

    Tolstoy’un inanılmaz gözlem gücünü ve hassas duyargalarını toplumsal eşitsizliğe, üst sınıfların kalpsizliğine ve suçluluk duygularına ve Çarlık Rusyası’nın acımasız bürokrasisine yönelttiği en eleştirel romanıdır Diriliş. “Diriliş’i bir seferde okudum. Çarpıcı bir eser... En ilginç kahramanlar, prensler, generaller, ihtiyar hanımefendiler, köylüler ve mahkûmlar... Ne usta bir kalemi var Tolstoy’un. Romanının ise sanki sonu yok.” Anton Çehov (Menşikov’a mektup,1900)

    Lev Tolstoy’un yıllar süren buhranlı bir dönemden sonra tamamladığı bir yapıt Diriliş. Prens Nehludov, askere gitmeden önce, halalarının evindeki güzel ve zeki evlâtlık Katya’yı baştan çıkarır. O günden sonra da kızı bir daha arayıp sormaz. Katya, bu buluşmadan gebe kalır; ancak çocuğunu doğurduktan sonra kapı dışarı edilir. Güzel Katya’nın bundan sonraki hayatı, genelevden zindana uzanan bir düşüşün hikâyesidir. Yıllar sonra Prens ile Katya, beklenmedik bir biçimde karşılaşırlar: Prens, jürisinde görev aldığı bir mahkemede, birini zehirleme suçuyla yargılanan Katya’yı karşısında görünce derinden sarsılır. Bu sarsıntı, kendi içinde büyük bir değişimin de başlangıcı olur. Büyük günahını bağışlatmak için hayatını baştanbaşa değiştirmeye koyulur. Yaşadığı şatafatlı hayatın bütün zincirlerini kırar. Tolstoy, kendi öz düşüncelerini yüklediği Prens Nehludov’un bundan sonraki hayatını büyük bir incelikle yönlendirir. Dış süslerden, gereksiz aşırılıklardan temizlenmiş bir ruh, ancak aşk yolunda, bağışlama ve bağışlatma yolunda, kendini başkaları için feda etme yolunda kurtuluşu bulabilecektir. Tolstoy, kişinin yeniden Diriliş’ini kusursuz bir roman yapısı içinde işler. Diriliş, yazarın olgunluk döneminde kaleme aldığı, Rus ve dünya edebiyatının temel taşlarından biridir.

    İstanbul'da Bir Yahudi Ailesi- BRİGİTTE PESKİNE


    Bu roman, Haliç kıyılarında donmuş gibi görünen zamana karşı bir sabırsızlık çığlığıdır. Üçlü bir laneti dile getirir; kadın, doğulu ve Yahudi olarak doğmuş olmanın sıkıntısıdır bu, bir de tarihin tuzağına düşmüş bir cemaate ait olmanın. Romanımızın kahramanı Rebecca bizi sonsuz bir özgürlük arayışının peşinde Asya'dan Avrupa'ya ve Amerika'ya sürüklüyor. Bu süreç Birinci Dünya Savaşı, aile dramları ve Osmanlı azınlıklarının toptan göçü ile sarsılacaktır.

    Kocamı Niçin Öldürdüm?- LAURRE BUİSSON


    Her kadın şu ya da bu nedenle kocasını günün birinde öldürmenin hayalini kurmuştur. Elinizdeki romanın kahramanı ise, kocasını 'çılgınca sevdiği için' öldürüyor.

    O, kocasının her şeyi olmak istemişti: Eşi, metresi, kızı, kız kardeşi, annesi, sekreteri, yöneticisi...

    Kocasını kazanabilmek için bütün kariyerinden vazgeçti. Onu yanında tutabilmek için, tensel zevklerin uzmanı oldu; mükemmel bir eş ve aşçı kılığına büründü.

    Kocasına tek başına sahip olabilmek için arkadaşlarını, akrabalarını ve kendi öz kızı da dahil olmak üzere herkesi ondan uzaklaştırdı. Çünkü onun gözünde hepsi yok edilmesi gereken düşmanlardı. Bu paylaşılmaz tutkuya hakim olamayan kadın, kocasını, en sevdiği yemekle zehirledikten sonra, onun yanı başına oturdu ve bu kusursuz cinayetin bütün ölümcül safhalarını anlattı...

    'Evlilik yaşamını ve kadınların tutkusunu çok güzel anlatan; insanda kekremsi bir tat bırakan güzel bir fabl. Mizahla ve yaşamın içinde saklı olan gerçeklerle yüklü; bir solukta okunan bir kitap.' - Philippe Duffary, Madame Figaro-

    'Bu kitap, sakin görünümünün altında, acımasız ve boğucu bir tutkuyu barındıran; sertliği ve şiddetiyle evliliğin çağrıştırdığı her şeyle çelişen bir aşkın kaderini yalın ve etkili bir dille anlatıyor.' - Valeurs Actuelles-

    'Laurre Buisson bize, sadece, geçimsiz bir kadının değil; aynı zamanda korkunç bir mutsuzluğa gömülmüş hasta bir insanın da portresini çiziyor. Bu ilginç romandaki kara mizah, kitabın sonunda okuyucuyu tuzağa düşürüyor.' - Valerie Lejeune, Le Figaro Magazine-

    'Bir kadını, kocasını öldürmeye kadar götüren öldürücü bir aşkın portresi. Son derece sürükleyici ve keyifli bir kitap. Laure Buisson, daha ilk romanıyla çok önemli bir yazarın gelişini haber veriyor.' - Celine Darner-

    İtalyanca Aşk Başkadır- MAEVE BİNCHY


    Akşam sınıfı, Dublin’in yüzlerce okulunda olduğu gibi, Mountainview Koleji’nde akşam programı yürüten bir sınıftır. Okulda yeni bir İtalyanca sınıfı açılır. Haftada iki gün, herkes kendi düşleriyle gelir bu sınıfa. Karısının kendisini aldatmayacağından emin, kendisi de aldatmayı aklından bile geçirmeyen, kırk sekizinci yaşını yeni bitirmiş, çoluk çocuğa karışmış Adrian, bütün beklentilerinin aksine, okuluna müdür olarak atanmaz. Tam çöküntünün eşiğine doğru gelirken de, yeni müdür, Adrian’a, Yetişkinlere Eğitim Sınıfları adı altında bir gece kursunun yönetimini önerir...

    Yaşam yorgunu iki kişi karşılaştığında, omuzlarında dünyanın tüm dertlerini taşıyor olabilirler. Buna rağmen mucizeler gerçekleşebilir... "Çekici... insanı saran... unutulmayacak bir roman."
    (The Philadelphia İnguirer)

    "Maeve Binchy'nin romanlarını okumak eve dönmek gibi bir şey." (The Washington Post)

    Ateşten Gömlek- HALİDE EDİP ADIVAR


    "Yetmiş beş yıl boyunca okumuş, sevilmiş, çok etkilenmiş bu roman, yalnızca anlatımın ateşi, hummasıyla değil, 'anlattıklarıyla'da bugün yeniden anlam kazanıyor. Biz, yetmiş beş yıl sonra Ateşten Gömlek'i yeniden gereksiniyoruz. Doğu ve Batı kültürlerinin sentezine ulaşşabilmiş Halide Edip, efsanevi konuşmacısı olduğu Sultanahmet Mitingi'nde 'hükümet'lerin düşman, 'millet'lerin dost olduğunu söylemişti. Geçen onca zaman, onun sözünü ne yazık ki doğrulamaya devam ediyor; hükümetleri bir türlü 'ferdin ezeli hürriyet mücadelesi'nde fertlere dost kılamıyor. Belki bu yüzden ferdin sırtında hala ateşten gömlekler var." (Selim İleri)

    Yaban- YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU


    Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup KAdri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeler, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri'nin 1910'dan 1974'e dek verdiği eserler Türkçe'nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri'nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, 1920'lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasş ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati'den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu'nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir "panorama"dır.

    Yakup Kadri, Yaban’ıyla Avrupa’nın artıkihmal edemeyeceği şayanı dikkat bir sima olarakGarp edebiyatının forumuna ayak basıyor.(Das Deutsche Wort)

    Kendi dönemi içindeki gerçekçilik anlayışına uygun olarak yazılmış olan Yaban'da Yakup Kadri, I. Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikteSakarya Savaşı'nın sonuna kadar olan sürede bir Anadolu köyünde, köylüleri, köyün durumunu, Milli Mücadele'ye ilişkin tavırlarını bir aydının gözüyle verir. Yaban için 'bu eser benliğimin çok derinlerinden adeta kendi kendine sökülüp, koparak gelmiş bir şeydir ' diyen yazar, bu romanda ortaya koyduğu birçok soruna daha sonra yazacağı Ankara'da cevap bulmaya çalışacaktır.

    Cuma, Ocak 13, 2006

    Emma- JANE AUSTEN


    Emma, kurgu yönünden gerçek bir başeserdir. Kurguyu dokuyan ilmikler yerli yerinde, büyük bir kurnazlıkla atılır, örgü ilerler, tamamlanır, biter. O zaman yazar sanki bu kez de okurunu tatlı tatlı alaya alır. O her zamanki hınzır ve hoşgörülü gülümseyişiyle başlar örgüyü gerisin geriye çözmeye! Bizi başlangıçtan bu yana nasıl ustaca kandırdığını, nasıl keyifle gözümüzü boyadığını alımlarız. Ve onun kişi çözümlemekteki, olay anlatmaki ve atmosfer yaratmaktaki hüneri kadar kurmaca ustalığına da hayran kalırız.

    Okurunun zekâsına, insanlığına seslenmek ve kendi zekâsına güvendiği kadar onun zekâsına ve ince duygularına güvenmek, Jane Austen'i her çağda geçerli kılan özelliktir.

    Emma, Aşk ve Gurur yazarının ölümünden önce kaleme aldığı son romandır. Bu romanda Londra'nın güneybatısında, sınırlı sayıda ailenin bir araya geldiği köy-kasaba arası bir yerleşimde (Hihbury) , işi gücü bu insanlar arasındaki ilişkileri yönlendirip onları evlendirmek olan bir kızla karşılaşıyoruz. Yapıtlarında dönemin İngilteresi'nin ve kendi sosyal çevresinin dışından hiçbir konuya el atmamış olan Jane Austen, taşradaki bu küçük yerleşim merkezini, insanların girip çıktığı bir tiyatro sahnesi gibi kullanıp özellikle soylular ve burjuvalar arasında kalmış bir sosyal statür olan 'centilmenlik' tanımını temsil eden kişilerin üzerinden ironik, acımasız bir toplumsal eleştiri gerçekleştiriyor. Emma: Yanın, kendi kendini aldatmanın, ikiyüzlülüğün sarmalında mutluluğa doğru.

    Yüksek Topuklar- MURATHAN MUNGAN


    Bundan birkaç yıl önce yazmaya karar vermiştim bu öyküyü.

    Güzel ve uzun bir öykü olsun istemiştim. Her zamanki gibi onca iş, onca uğraş girdi araya; gündeliğin hayhuyunda başka öyküler, başka öykücükler; yalnızca yazılan, yazılmayı bekleyenler değil, yaşananlar da geçit vermedi... Sonunda, 'Bir gün yazarım, nasıl olsa bir gün yazarım, ' diye beklettiklerimden biri olup çıktı bu da... Kimi zaman, yazdığımda, kim bilir nasıl müthiş bir kitap olacağını düşleyip, heyecanlandıklarımdan biri olarak geliyordu aklıma; kimi zaman da yazamadıklarımın yüreğimi daraltan ağır çeki taşlarından biri olarak... Bu tür 'muhasebeler' içinde bulunduğum ruh haline göre değişiyordu; belki yazacağı onca şeyi üst üste yığıp yıllar boyu onlarla birlikte gezen bütün yazarlarda böyle oluyordur. Artık onları bilemem. Ama her zaman söylerim, yazıp da, düşlediklerinizin ne kadarını yazabildiğinizi görmektense, 'bir gün yazdığımda nasıl müthiş bir şey olacak kim bilir! ' diyerek kendinizi geleceğe ertelemeniz daha heyecan vericidir.

    Bilirsiniz, insanları heyecanları yaşatır. Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır, değilim, ama öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler, 'kendi çapımda' öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor. Onların da pek ciddiye aldığını sanmıyorum. Başarılı bir grafikerim, işime çok asılmamakla birlikte fena para kazanmıyorum; bunların bana yettiğini düşünüyor olmalılar. Yazdıklarımdan, yazmaya çalıştıklarımdan kimselere pek söz etmem; hem kendimi sahiden bir yazar olarak görmeyişimden kaynaklanıyor bu -insan kendini bir yazar gibi hissetmezse, başkaları için nasıl ikna edici olabilir? -; hem de heyecanlarıma kapılıp birkaç kez anlatacak gibi olduğumda, karşılaştığım genel bir kayıtsızlık, umursamaz tavırlar ya da anlattıklarımın başkaları tarafından inançsız gözlerle dinlenmesi, beni bu konuda iyice ürkek yaptı. Ben de bu arzumu kendime saklamaya karar verdim. Eğer günün birinde iyi bir kitap yazabilirsem, hepsinden öcümü almış olacağım.

    Gördüğüme Sevindim-İCLAL AYDIN


    ….Beklemediğim anda karşıma çıkan ayrılıkları,
    Aniden bastıran kışı,
    Aynaya her baktığımda değişen kadını,
    Mevsimler içinde mutlaka bir sevinç getiren yaz'ı,
    Gülünce yüzleri bayram yeri olanları,
    “Geçecek” diyerek yaraya üfleyenleri,
    Okuduğunu anlayanları,
    Anlayıp da susanları,
    Cesur olanları,
    Yeniden başlayanları
    Ve Hayatın mutlak coşkusunu,
    Sizi,
    Seni,
    Her şeye rağmen üstelik “gördüğüme sevindim! ” ….

    Bedriye- AYŞENUR YAZICI


    Sizin ailenizde de mutlaka ömrünü başkalarının istekleri ve kararlarıyla köle gibi törpülemiş ve aslında ona sunulanları yaşamak istemediği halde yaşamak zorunda bırakılmış bir kadın vardır. Bu belki de sizsiniz! Nereye kadar susulur ve başkaldırılmaz? Sabrın limiti nerededir? Kabullenişin, tevekkülün dayandığı duvar ne kadar yüksektir?
    Bedriye, sizin hayatınızdaki kırılgan kadın, asırlardır tekrar tekrar yaşanan rutin hataların özeti bir gerçek yaşamdır. Kırk yaşında itibarlı bir adamın, on üç yaşındaki ikinci karısı olmak bir çocuğu nerelere götürebilir? Hele hele kuması annesi yaşındaysa! Yüz yıl öncesinin hayat ve beden tecavüzleri sizi ne kadar örseleyebilir bilmiyorsanız, kitap bittikten sonra öğreneceksiniz. Bedriye yüzyıllardır yaşıyor. Belki siz değiştireceksiniz...

    Piedra Irmağı'nın Kıyısında Oturdum ve Ağladım-PAULO COELHO



    'Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım', yazarın Türkçe'deki ikinci kitabı. Bu kitap, bir tutkunun, bir aşkın öyküsü. Öyle bir aşk ki, bir kadınla bir erkek arasındaki tutkunun, giderek bir sonsuzluk tutkusuna dönüştüğünü görüyoruz. 'Paulo Coelho', gerçekle gerçeküstünü, ülkesinin mitolojisinden yararlanarak bütünleştirebilen ilginç bir yazar; bu romanında, dünyanın gizlerini içinde taşıyan bir aşkın öyküsünü dile getiriyor. Yirmi üç dile çevrilen ve dünyada 2,5 milyon okurla buluşan bu romanın da 'Simyacı' gibi sevilerek okunacağını umuyoruz.

    Kitaptan Alıntılar:

    1. Yalnızca içinde bulunduğun anı yaşamaya çalış. Eskiyi anımsamak, bizden daha yaşlılara özgüdür.
    2. Aşk belki de vaktinden önce yaşlandırıyor bizi; sonra, gençlik uçup gittiğinde yeniden gençleşmemizi sağlıyor.
    3. Yıllardan beri, önceden planlamadan yaşadığım ilk akşamdı.
    4. Bilge kişi, sevdiği için bilgedir. Ahmak olana gelince, aşka akıl erdirdiğini ileri sürdüğü için ahmaktır.
    5. Çocuk masallarında, prensesler kurbağalara öpücük verir ve kurbağalar sevimli prenslere dönüşür. Gerçek yaşamdaysa, prensesler prensleri öper ve prensler kurbağaya dönüşür.
    6. Kimi insanların başkalarıyla araları bozuktur, kendisiyle arası bozuktur, yaşamla arası bozuktur. Bu kişiler tiyatro oynar ve oynadıkları oyunun metnini, yoksun bırakıldıkları şeye göre yazarlar.
    7. İnsanın, düşlerini gerçekleştirmek adına verdiği savaşımda bazı başarısızlıklara uğraması, ne uğruna savaştığını bilmeden yenilgiye uğramaktan daha iyidir.
    8. Tanrılar zarları atar ve kafesinde kapalı duran aşkı azat eder. Bu güç, yaratıcı ya da yok edici olabilir; kafesinden çıktığı sırada, rüzgarın hangi yöne estiğine bağlıdır her şey.
    9. Seveceğimiz kişi, yanımızda tutabileceğimiz kişi olmalı.
    10. Yaşamımızda bir kez, iki kez, on kez sevmiş olmamızın önemi yok; kendimizi her zaman bir bilinmezle karşı karşıya buluruz.
    11. Pencereyi açtım. Ve de yüreğimi. Odaya güneş doldu, ruhuma aşk...
    12. İnsanı en çok şaşırtan yine kendisi oluyor.
    13. "Tanrım, inancımı yeniden bulmaya çalışıyorum, beni yarı yolda bırakma", diye dua ettim, içimdeki korkuyu uzağa iterek.
    14. Bölünmüş bir krallık, düşmanların saldırısına karşı koyamaz. Kafasının içi bölünmüş bir insan, yaşamın yükünü gerektiği gibi kaldıramaz.
    15. Beklemek insana acı verir. Unutmak acı verir. Ama ne karar vereceğini bilememek, acıların en büyüğüdür.
    16. Senin dünyan buysa, onun bir parçası olmayı öğrenmem gerekiyor.
    17. Yıllar boyu yüreğime karşı savaşmıştım, çünkü üzülmekten, acı çekmektn, terk edilmekten korkuyordum.
    18. Üzülme: Günün birinde bir erkeğe rastlayacaksın. Kendini riske atmadan sevebileceğin bir erkeğe.
    19. Üçüncü kattan düşmek de, yüzüncü kattan düşmek kadar hasar bırakırdı. Düşeceksem, çok yükseklerden düşmeliydim.
    20. Tanrıyı aramaya kalkan kişi, yalnızca zaman yitirir.
    21. Mutluluğm için savaşacağım.
    22. Yaşamınızı, Tanrıya götüren bir yola dönüştürün. Kendi mucizelerinizi gerçekleştirin.
    23. neden şu dağlar gibi olmayalım? -bilge, yaşlı ve yerli yerinde?
    24. bunun bir bedeli vardı ve ben bu bedeli ödemeye hazırdım.
    25. Başkalarının yaşamını hiçbir zaman yargılayamayız, çünkü insan çektiği acıyı, nelerden vazgeçtiğini yalnız kendisi bilir.
    26. İnsanın, inancını kanıtlaması için ille de dağları yerinden oynatması gerekmez. Acıya tek başıma katlanmaya, onu kimseyle paylaşmamaya hazırdım.
    27. Aşk kalıcıdır; değişenm yalnızca insanlardır.
    28. Efsaneye göre, Piedra Irmağı'nın suları o kadar soğukmuş ki, bu sulara düşen herşey -kağıtlar, böcekler, kuş tüyleri- taşa dönüşürmüş. Acınızı bu sulara bırakmak, belki de size iyi gelir, kimbilir?

    Ferrarisini Satan Bilge- ROBİN S. SHARMA


    'Kalabalık mahkeme salonunun tam ortasında yığılmış durumdaydı.0, büyük düşleri olan, zeki, yakışıklı, korkusuz ve ülkenin en seçkin avukatıydı. Onu on yedi yıldır tanıyordum. Julian'ın şok edici mahkeme gösterileri sürekli gazetelerin ön sayfalarında yer alıyordu. Çoğu kimsenin sadece düşleyebileceği her şeyi elde etmişti: Yıldızlara varan mesleki şöhret, milyonlarca dolarlık banka hesapları, en pahalı semtte olağanüstü bir malikane, özel bir jet, tropikal bir ada, yazlık bir ev ve çok değer verdiği varlığı -malikânesine uzanan özel yolunun ortasına park ettiği kırmızı bir Ferrari. Şimdi ise Büyük Julian kalp krizi geçirmiş, çaresiz bir bebek gibi yerde kıvranıyor ve deli gibi sarsılıyordu.

    Bütün bunlar üç seneden fazla bir zaman önce yaşanmıştı. Son duyduğum Julian'ın Hindistan'a gittiği idi. Ortaklardan birine yaşamını sadeleştirmek istediğini, bazı yanıtlara ihtiyacı olduğunu ve onları bu mistik ülkede bulmayı amaçladığını söylemişti. İşini bırakmış, malikânesini, adasını ve jetini elden çıkarmıştı. Hatta Ferrari'sini bile satmıştı. Bir gün ofisimin kapısı yavaşça açıldı. Kapı ardına dayandığında otuzlu yaşlarının ortalarında, gülümseyen bir adam göründü. Uzun boylu, ince ve kaslıydı; canlılık ve enerji yayıyordu. 'İşimi elimden almaya niyetli hızlı bir avukat herhalde' diye düşündüm. Genç adam sevdiği bir öğrencisini izleyen Buda gibi gülümseyerek bana bakmayı sürdürdü. Dayanılmaz sessizlikle geçen uzun bir aradan sonra şaşırtıcı bir biçimde emredici bir ses tonuyla konuştu:

    'Tüm konuklarına böyle mi davranırsın John, hele sana mahkeme salonlarının sırrını öğreten birine.' 'Julian? Bu sen misin? İnanamıyorum! Gerçekten sen misin? ' Güçlü kahkahası kuşkularımı doğruladı. Önümde duran genç adam uzun süredir kayıp şu Hintli Yogiden başkası değildi: Julian Mantle. İnanılmaz değişimi karşısında şaşkına dönmüştüm. '

    Kitaptan alıntılar:

    "Her olayın bir amacı ve her yenilginin verdiği bir ders vardır.Kişisel gelişim için kişisel,mesleki hatta spiritüel anlamda olsun bir başarısızlık yaşamanın gerekliliğini kavradım.Geçmişinden asla pişmanlık duyma.Bunun yerine onu bir öğretmen olarak kabul et."

    "Yapmayı gerçekten sevdiğin şeyin ne olduğunu bul ve tüm enerjini bunu yapmaya yönlendir."

    "Kahkahasız veya sevgisiz geçen bir günün,içinde yaşam olmayan bir gün olduğuna inanırlardı."

    Arkadaş- GORKİ


    Gorki, Arkadaş'ta, 19. yüzyıl gerçekçiliğinin en olumlu geleneklerini ilerici bir romantizmle birleştirerek toplumsal mekanizma tarafından dışlanmış "serserileri" konu almış; gerçekçiliği ve insansı bir sıcaklığı çarpıcı bir biçimde kaynaştırarak dünya edebiyatında yepyeni bir çığırın öncüsü olmuştur. Genç Gorki'nin bu gerçekçiliğinde yeni bir toplumsal bilincin uyanması ve insanca bir düzene duyulan ateşli tutku tüm çarpıcılığıyla yansır. Arkadaş, Gorki'yi anlamak için mutlaka okunması gereken bir kitap! Okuyun!

    Taş ve Ten- İNCİ ARAL


    Ulya, bir heykel sergisi açmak üzere Almanya'ya giderken yıllardır birlikte yaşadığı erkekle yol ayrımına varmış olduklarının farkındadır. Bu beraberlikle aşktan korunmuş ama yüreğini çoraklaştırmıştır. Öte yandan teninde ve ruhunda ilk gençliğinde yaşadığı ve unutmak için çaba harcadığı büyük bir aşkın ve yıkımın izleri vardır. Ulya'nın geçmişini geri çağıran, susamış ruhunu canlandırıp uykudaki bedenini uyandıran, Hamburg'da, onu evinde konuk eden Sina olacaktır. Bu çocuksu genç adam, yirmi yıl önceyle şimdinin garip bir biçimde örtüştüğü bir yanılsamaya, büyük bir altüst oluşa sürükler dingin, durmuş oturmuş Ulya'yı. Eski aşkı, çocuğunun babası 'B'nin imgesi ile Sina'nın varlığı birbirine karışır zihninde. Her şey bir tekrara dönüşmüş gibidir. Yalnızca dört gün sürse de geniş mekân ve zamanlarda gezinen bu serüven, olgun bir kadınla ondan daha genç bir erkek arasında, acıya tanıdık, birbirine yabancı ve aykırı olmanın baştan çıkarıcı duygu ortamında yaşanır. Öyle içten ve yoğundur ki, sessizlik olmazlıkla şiddetlenen bir tutkuya dönüşür.

    Taş ve Ten; bir aşkın yeniden tasarımı, gecikmiş bir sıçrama anıdır. İki insanın ölümcül acılar, düş yıkımları ve korkularla yazılmış kişisel tarihlerini ve yüreklerini birbirlerine açarken kaybetmeye yaktıkları ağıttır. Bölüşerek suskunluğu aşma duygusu, arzuların ve ruhun dünyasına özgürleştirici bir yolculuktur.

    Git Kendini Çok Sevdirmeden- TUNA KİREMİTÇİ


    Sevmesini de gitmesini de bilenler için: Git Kendini Çok Sevdirmeden. Nostalji, aşk kırıklıkları, evlilik, birbirini sonradan anlamının hüznü ve acılara rağmen hayata tutunma çabaları... Tuna Kiremitçi'nin ilk romanı, bir kazada oğlunu yitirdikten sonra annesinin Eskişehir'deki evine sığınan Arda Akad'ın öyküsünü anlatıyor. Arda'nın ana ocağında genç kızlık yıllarına geri dönüşü ve ilk aşk öyüsünün kahramanı olan erkeğin yirmi üç yıl sonra yeniden ortaya çıkışı... Sevmek ve gitmek üzerine, 'ince düşünülmüş' bir roman.

    Perşembe, Ocak 12, 2006

    Aforizmalar- FRANZ KAFKA


    İki ayrı bölüm halinde yayımlanan Aforizmalar'ı Franz Kafka, Ekim 1917 ile Şubat 1920 arasında, kısa süren iki yaratıcılık döneminde yazmıştı. O tarihlerde Kafka'nın iç dünyası büyük yıkımlarla karşı karşıyaydı. Bu aforizmaların yazımına gösterdiği özenden, onların rastgele şekillenmiş düşünceler değil, aksine Kafka'nın zihninde belirli bir bütünlüğe sahip oldukları ve hatta belki de onları yayımlamayı düşündüğü anlaşılıyor. Kafka'nın yaşam ve ölüm, iyi ve kötü ve sanatın işlevi üzerine düşüncelerini açıkça ortaya koyan bu aforizmalara hakim olan hava bize Hölderlin, Rilke ve Heidegger gibi romantik ve post-romantik yazarları anımsatıyor. Aforizmalar: Kafkaesk labirentlerde bir yürüyüş.

    Paris Yıldızı- EMİLE ZOLA


    "Paris Yıldızı", büyük Fransız romancısı Emile Zola'nın başyapıtlarından biridir. Bu romanında yazar, giyim sanayinin gelişmeye başladığı ve büyük mağazaların temellerinin atılmaya başlandığı dönemin Paris'inde yaşanan bir aşkı anlatıyor.Bir işadamının başarı için her şeyi silip süpüren tutkusunu yok eden tek şeyin aşk olduğunun vurgulandığı bu romanda, yoksullukla zenginliğin iç içe yaşandığı Paris'le karşı karşıya gelirken, bir aşkın ekseninde insanlık dramlarının da tanığı oluyoruz. İlhan Eti'nin Türkçesiyle sunduğumuz Paris Yıldızı"nı severek okuyacaksınız.

    Kırmızı Zambak- ANATOLE FRANCE


    "İki yıl sonra kendisini bütün gücüyle, gençliğinin bütün ateşi ve yüreğinin bütün temizliğiyle arzulayan Menil'e boyun eğmişti. 'Beni seviyordu, bunun için verdim kendimi ona' diyordu içinden. Acı çekilecek derecede sevildiğini görünce bırakmıştı kendini. Çabucak ve sadelikle vermişti kendini. (..) Aşk da sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar aşık olur ne de sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın, tutku-aşka, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı bir keşişliktir. Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve sevem giymediklerini bilirler..."

    Küçük sütunlar üzerinde yükselen pişmiş topraktan heykelcikler de, camekanların içinde sıra sıra dizili eski Saksonya porselenleriyle, resimli Sevr porselenleri de, aynı duvar halılarındaki resimler gibi geçmiş şeyleri anlatıyorlardı...

    Therese, genç yaşında politik bir evlilik yapmak zorunda kalmış genç bir kadın... Dechartre, seyrek de olsa orijinal eserler veren bir heykeltraş... İkisinin yolları, zambaklar şehri olan Floransa'da kesişiyor. Yaşanan dolu dizgin aşka, hiçbir şey engel olamıyor, ikisi de birbirinde gerçek aşkı, gerçek sevgiyi, tutkuyu buluyor... Bu önlenemez aşk hikayesi, İtalya ve Fransa'nın birbirinden güzel mekanlarında bütün ateşiyle devam ediyor...

    Ekmeğimi Kazanırken- GORKİ


    Bu iğrenç şeyleri niçin anlatıyorum? Ne gereği var, değil mi? O zaman, şunu bilin ki, sayın okur, bu yalnızca eski bir olay değildir! Siz uydurma dehşetlerden hoşlanırsınız, korku öyküleri okumaktan zevk alırsınız, duygularınızın, hırpalayıcı kurgularla gıdıklanması hoşunuza gider, bundan hiç çekinmezsiniz. Ama ben gerçek korkunç olaylar biliyorum, günlük yaşamın dehşetli olayları bunlar işte, onları size anımsatmak duygularınızı zevksizce gıdıklama hakkımı kullanıyorum, böylece nerede ve nasıl yaşadığınızı kesinlikle anlayabilirsiniz.

    ... Bir kundura mağazasına çırak olarak verilir Gorki. Artık ekmeğini kendi kazanacaktır. Ama elleri kaynar çorba ile haşlanır ve buradan ayrılıp yine ninesinin yanına dönmek zorunda kalır. Elleri iyileşince, uzak akrabalarından bir mimarın yanına çırak olarak girer. Gorki mimarın evinde düpedüz hizmetçilik yapar. Bu ağır iş koşullarına ancak bir yıl dayanabilir. Oradan kaçarak Volga'da çalışan gemilerden birinde aşçı yamaklığı ve bulaşıkçılık eder. Gemiden ayrılınca, bir süre başıboş dolaşır. Kuş avcılığıyla yaşamını kazanmaya çalışır. Sonra yeniden mimarın yanına girer. Yine ayrılır ve bu kez bir ikon atölyesinde çalışmaya başlar. Kutsal resimler (ikonlar) satan bir mağazada tezgahtar yamaklığı yapar. Üçüncü kez olarak yine mimarın yanına girer ve inşaat işlerinde mimara yardımcı olur. Gorki tüm bu ağır iş şartlarına bakmaksızın, olanak buldukça sürekli okur. Bu yüzden başına olmadık işler gelir. Onda bu okuma tutkusu, yaşamı boyunca tükenmez. Bu yapıtında Gorki kısaca ekmeğini kazanma serüvenini anlatmaktadır.


    Maxim Gorki'nin ayrılmaz bir bütün oluşturan üç özyaşamöyküsü romanı, yazarın çocukluk ve gençlik yıllarına olduğu kadar 19. yüzyılın bitiminde Rus küçük burjuva katmanlarının hayatına da alabildiğine nesnel bir ayna tutar. Büyük kentlerin uzağında, dünyaları küçük, hayata yönelik talepleri ve ihtiyaçları sınırlı, basit, dini inanç ile batıl inancın karışımından oluşmuş bir tutuculuğun zemininde ayakta durmak için çalışan bu insanların arasında varolma ve oradan çıkışın öyküsü, Gorki üçlemesinin de kaynağını oluşturur. Ekmeğimi Kazanırken, yazarın henüz bir çocukken dış dünyayı tanımaya ve hayata çok zor şartlarda tutunmaya çalışan insanların mücadelelerine tanık olma sürecini anlatır. Yazarın, ninesinin koruyuculuğu ile dış dünyanın acımasızlığı arasında gidip geldiği bu yıllarda, hayatının ikinci bir sığınağı da uzak akrabalarından bir mimarın yanıdır. Ekmeğimi Kazanırken: Toplumsal çevrenin dar dünyasından çıkış arayışı.

    Bu İşte Bir Yalnızlık Var- TUNA KİREMİTÇİ


    Yanlış bir aşk, terk edilmişliğin hüznü, müziği eşlik ettiği hayaller, parasızlıkla sarsılan hayatlar ve bitmeyen mutluluk arayışları...İlk romanı Git Kendini Çok Sevdirmeden'le büyük beğeni toplayan Tuna Kiremiti, bu sefer bir müzisyenin dünyasını anlatıyor. Memet Olcay'ın gücünü ve zayıflığını, pazar günleri buluştuğu kızıyla yeniden keşfettiği İstanbul'u, ortadan kaybolan arkadaşını arkarken bulduğu aşkı ve yaptığı o ilk besteyi... Romanın bir tarafında bütün endamıyla hayat duruyor; öteki tarafında da elinde çalgısıyla tek başına bir adam.

    Üç Aynalı Kırk Oda- MURATHAN MUNGAN


    Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Herkes kağıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi ! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz.

    Yedinci Papirüs- WİLBUR SMİTH


    Zorunluluk yüzünden biraraya gelmiş bir serüvenciyle bir araştırmacı, Taita'nın binlerce yıl öncesinden bıraktığı şifreli bilgileri çözmek ve büyük Mısır firavununun mezarını bulmak için zorlu bir mücadeleye girişirler. Afrika'da kendilerini bekleyen acımasız rakipleriyle yarışarak sonuca yaklaşmak ve ele geçirdikleri bilgilerin ışığında bilim dünyasına inanılmaz sırları göstermek için neredeyse hayatlarını ortaya koyarlar. Yaşamla ölüm, hayalle gerçek arasında gidip gelen dakikalar kimin kazanacağını belirleyecektir. Binlerce yıl öncesinden günümüze seslenen Taita'nın sesini duymak ve söylediklerini anlamak istiyorsanız dikkatli olun. Heyecanın bu defaki tadı çok farklı! ...

    Nurbanu- TEOMAN ERGÜL


    "NURBANU" , Osmanlı İmparatorluğu'nun en görkemli dönemi olan 16. yüzyılda "şehzadeler şehri" Manisa'da II. Selim ile gözdesi Nurbanu'nun yaşadığı büyük aşıkın romanı. Öyle bir aşk ki bu; II. Selim'in deyişiyle, gülbahçelerinden sabah rüzgarı bile geçse ateşe dönüşüyor!... Bu romanda tahta çıkma ihtimali en zayıf şehzade iken, kardeşleri Mustafa ile Beyezid'in ortadan kaldırılmasıyla, Kanuni Sultan Süleyman'ın tek varisi haline gelen Selim ile cariyelikten sultanlığa giden yolda güçlü kişiliğiyle şehzadesini de akıllıca yönlendiren Nurbanu'nın yaşadıklarını adım adım izlerken; aşkın, sevginin ve cinselliğin fark boyutlarına tanık olacaksınız. Ama yalnızca bi aşk romanı değil "NURBANU": Teoman Ergül, yüzlerce kaynaktan da yararlanarak tarihsel gerçeklerle yazınsal gerçekliği büyük bir ustalıkla buluşturduğu bu kitapta, şehzadelerin yetki ve sorumluluklarını nasıl kullandıklarına; sarayın içinde ve dışındaki insanların günlük yaşamlarına; Yahudi topluluğunun İmparatorlukta nasıl etkin bir konuma geldiğine; tekke ve medrese çekişmelerine; kardeşler arası taht kavgalarına da ışık tutuyor...